15 Haziran 2008 Pazar

Picnic at Hanging Rock


Bir nevi Thriller denebilir ama bana göre şiir. Çocukken seyrettiğim bu film öyle çok hafizama kazınmış ki sevdiğim filmleri düşününce mutlaka aklıma gelir. Bu filmi seyredip sevdiğim zamanlarda, Bilitis, Taxi Driver ve sayısız İngmar Berman ve Antonioni filmi seyrettiğimi hatırlıyorum. 11 -12 yaşlarındaydım . Dönemin Almanya'sında televizyonun tali kanalları sanatsever tavrıyla beni kendine meftun etmişti.. Picnic at Hanging Rock'a dönecek olursak, sıradışı sinema ve stil sahibi thriller'den zevk alanlar mutlaka izlemeli.

14 Haziran 2008 Cumartesi

Fragmente einer Sprache der Liebe


Welche Notwendigkeit besteht, über die Liebe zu schreiben? So fragt sich Roland Barthes zu Beginn des Buches. Die Rede des Liebenden würde, so Barthes, in extremer Einsamkeit geführt, aber von niemandem verteidigt: Er werde von allen Sprachen, die um ihn herum existieren, im Stich gelassen. Um diese einsame Sprache des Liebenden zu zeigen, um sie zu bejahen, hat Barthes dieses Buch geschrieben.
In neunundsiebzig Fragmenten beschreibt Barthes die verliebte Rede – Fragmente eines verliebten Redens, dies wäre hier die bessere Übersetzung des französischen Titels. Was sind dies für Fragmente? Barthes nennt sie Figuren, doch sind es keine Modelle, keine Idealtypen, sondern eher so etwas wie gymnastische oder choreografische Figuren, etwas, das jeder Liebende kennt, etwas, das er schon tausendmal getan hat. Es sind Figuren, denen Barthes solche Namen wie “Allein“, “Anbetungswürdig“, “Brief“, “Entwertung“, “Fest“, “Hautlos“ und so fort gibt. Er vermeidet die wissenschaftliche Sprache. Die einzelnen Fragmente umkreisen nicht das Wesen der Liebe, sondern das, was die Liebe macht, was sie produziert. Und so ist dieses Buch weniger eine Analyse der Liebe, als dass es den Anteil der Liebe an unserer Kultur abschätzt.
Sehen wir uns zwei Figuren genauer an:
Unter dem Stichwort “Abhängigkeit“ zeigt uns Barthes zwei Aspekte. Der erste kreist um all jene kleinen Tätigkeiten, die zeigen, dass wir - als Liebende - abhängig sind. Es sind allesamt belanglose Tätigkeiten, wie zum Beispiel das Warten auf einen Telefonanruf, aber: “auf dem Feld der Liebe ist die Belanglosigkeit keine >Schwäche< oder >Lächerlichkeit<: sie ist ein starkes Zeichen: je belangloser, umso mehr bedeutet sie, bestätigt sich als Kraft“. Der zweite Aspekt zielt auf den “Wohnsitz“ des Geliebten, den Olymp, von dem aus die Entscheidungen in die Welt des Liebenden eindringen und denen der Liebende sich unterwirft.
Unter dem Stichwort “Lösungsideen“ zeigt uns Barthes die Fantasien, die sich einstellen, wenn die Liebe “sich in einer Krise“ befindet. Zunächst löst die Liebeskrise einen ganzen Schwarm von Ideen aus, wie man diese Krise meistern könne; diese Ideen verweisen auf eine andere Rolle, die der unglücklich Liebende haben könnte: Es sind die Fantasien eines Menschen, “der sich aus der Affaire“ ziehen möchte. Diese Lösungsideen haben immer etwas Theatralisches an sich; es sind pathetische, teilweise schwülstige Szenen: die reumütige Geliebte am eigenen Grab, die große Rede, die den Konkurrenten zu Boden schmettert, der witzige Einfall, der die Geliebte erst lachen, dann lieben macht. Dieser Pathos verleiht imaginäre Größe, ist eine fantastische Rückkehr auf die Bühne des Liebesdramas. Schließlich aber entlarvt Barthes diesen Pathos als eine Scheinlösung: Der Ausweg aus der Liebeskrise liegt immer noch in der Liebe selbst und ist deshalb keine echte Lösung. Die Liebe entkommt sich selbst nicht und erzeugt dadurch ein “double-bind“, jene schizophrene Bindung, die ihr “Opfer“ verrückt machen kann. Der Liebende unterliegt einem Wahn, solange er liebt.

Mit großer Eleganz schreibt Barthes von den vielen kleinen Alltäglichkeiten der Liebe. Es mutet seltsam an, wie Barthes dabei vorgeht: belesen und so welt- wie liebeserfahren, narzisstisch und distanziert, “irgendwie“ geordnet und doch auch in vieler Hinsicht ein wildes Durcheinander. Tatsächlich aber stecken in diesem poetischen Text wundervoll leuchtende und schmerzhafte Sätze. Es ist, wenn auch nicht immer auf den ersten Blick, ein sehr weises Buch. Es ist alleine deshalb weise, weil es sein Objekt – die Liebe – nicht totanalysiert, sondern einfühlsam aus immer neuen Blickwinkeln betrachtet. Und es ist kein lautes Buch, keines, das mit Tipps und Tricks um sich schmeißt, keines, das die Höher-Besser-Weiter-Liebe propagiert, keines, das die Liebe totpragmatisiert; eher verführt es dazu, sich selbst – als Liebender – zu lieben, selbst klüger, feiner über das Lieben nachzudenken. Mit einem Wort: Es ist ein wundervolles, heilsames, nachdenkliches, zutiefst poetisches und intellektuelles und deshalb sehr schimärenhaftes Buch. Es hat mich lange begleitet. Ich habe es immer wieder empfohlen. Ich empfehle es auch jetzt.

13 Haziran 2008 Cuma

Juergen Teller ile ilgili birkaç lakırdı..




Kirli ve muhtemelen berbat kokulu bir oda. Kırık dökük kanepenin üzerinde Kate Moss uzanmış, az önce bir Rave partisinden çıkıp gelmiş sanki. Teninde sivilceler, gözleri içine göçmüş, makyajı dağılmış. Aldığı sentetik zamazingolardan uykusu kaçık. Gün hangi saati gösteriyor belli değil. Zaten bir önemi de yok.

1992'de bir İngiliz, -yoksa Londra mı demeli- dergisinde gördüğümüz bu fotoğraf 90'lı yılların modasına damgasını vuracak (bu damga vurmak hadisesi de ne şahanedir) bir fotoğraf olur aynı zamanda. 80'lerde hip olmak için gösterilen onca çaba, uğraş, 90'larda, günlerce masada unutulmuş yemek artığı tadında bir şey haline gelir. Yeni bir şeyler söylemek, yeni bir gerçeklik yaratmak için ilk adımı atan moda fotoğrafçılığı olur. Zayıf ve sıska, sporla uzaktan yakından alakası olmayan modeller yüzlerinde "uyuşturucu sevmiyorum ama uyuşturucu beni seviyor" ifadeleri takınırken, fotoğrafçılar da onları görüntüleyerek bildik güzellik kalıplarına ve star sistemine yeni ve alışılmadık bir dille karşılık verirler.

Bu fotoğrafçılardan biri olan Juergen Teller'e sorarlar o vakitler: "Demek ki siz umursamaz, kayıtsız ve kuru bedenlere gurur ve anlam kazandıracaksınız, öyle mi?" Teller ise, "Umarım, umarım sınırların yerleri ve yöreleri değişir. Ben bu işe başladığımda Londra'da yalnızca Nick Knight ve Steven Meisel'in Linda Evangelista'yı 30'lu yılların divalarına benzettiği, tepeden tırnağa styling'e boğduğu fotoğraflar vardı. Bizler top model ve star fotoğrafçı mevzularını sorgulayan ilklerdik" cevabını verir. Daha sonra kendisi de star olacak Teller'in çekimleri soğuk ve bir o kadar da şoke edici bir duş etkisi yaratır (odalarda yalnız oturanlarda:)))).

Makyajsız, maskesiz olana ilgi ve alaka çekim yapılan mekanlarda da kendini gösterir: Tuvaletler, çıplak ve soğuk avlular, kokuşmuş otel odaları, 80'lerin gıcır kumsallarının, fotojenik ve görkemli yapılarının yerini alır. Ve tasarımcıların balans ve manevra alışkanlıklarını da topyekün etkiler. Helmut Lang dönemin yeni müzik akımı teknoya uygun tekno kumaşlar üretir mesela. Podyumlarda tekno havası eser durur. Modanın parılıtlı yüzü, Courtney Love'ın taşıdığı gibi veya Keith Richards'ın kendini yok etmeye meğilli kontrolsüz çehresine benzer gibidir. (Gerisi beter, gerisi malum, çöh çöh, çöh diye devam etmek geldi içimden..)

90'larda moda kılık kıyafetten ziyade, onları giyen bedenler ve ortamlarla daha ilgili bir hal alır. Kuru ve ipincecik, mümkünse zafiyet geçirme raddesinde olan bu bedenler, adına sonradan "Heroin Chic" denecek olan bir dalgayı yaratmakla iştigal ederler. Bu bedenleri fotoğraflayan İtalyan asıllı Amerikalı David Sorrenti'nin 20 yaşında overdose'dan ölmesi dönemin başkanı Bill Clinton'ı da bir hayli endişeye sokar. Junkie'ler lütfen bir zahmet kendi aralarında takılsınlardır, Vogue tarafına geçmesinlerdir diye buyurur Clinton aynı endişe kapsamında, modanın ahlaklı olmasını beklemek gibi bir toyluk içinde. (Moda sadece kendini dinler oysa ki. Kendisi de ona sıkıldım, değiştir der histerik bir şekilde)

Heroin-Chic'den uzaklaşmayı da gene moda kendisi ister. Teller'in umursamaz ve kayıtsız bedenlerine bakmaktan sıkılır zira ve şaşayı geri çağırır. Mario Testino da bu işlerin erbabıdır; Glam ve Glamour da birbirlerine fena ısınırlar. Dönemin Gucci koleksiyonu parmak ısırtır, diş gıcırdattırır, nefes kestirir falan filan...

Bu hikaye devam eder tabi. Bugünlere kadar getirilebilir ama 90'ların modasında esasında sahicilik peşinde olan Juergen Teller'in kendini akımlarüstü bir yerde muhafaza edebilmiş olması takdire şayandır ve de bir fotoğrafçıyı anlamak başlıklı bir yazıda mutlaka ve muktlaka daha diri ve açık bir zihinle üzerinde kalem oynatmak istediğim bur husustur. Kaldı ki hiç öyle niyetlenmeden ortaya çıkan "güne/modaya bakış" tadındaki üstteki yazının da devamını yazmak da boynumun (böbreklerimin ve safra kesemin) borcudur.

ne çok hatırlarım, ne çok severim bu şiiri..


Her İnsan Öldürür Sevdiğini / Oscar Wilde

Yet each man kills the thing he loves
By each let this be heard,
Some do it with a bitter look,
Some with a flattering word,
The coward does it with a kiss,
The brave man with a sword!

Some kill their love when they are young,
And some when they are old;
Some strangle with the hands of Lust,
Some with the hands of Gold:
The kindest use a knife, because
The dead so soon grow cold.

Some love too little, some too long,
Some sell, and others buy;
Some do the deed with many tears,
And some without a sigh:
For each man kills the thing he loves,
Yet each man does not die.

Her insan öldürür gene de
sevdiğini
Bu böyle bilinsin herkes tarafından,
Kiminin ters bakışından gelir ölüm,
Kiminin iltifatından,
Korkağın öpücüğünden,
Cesurun kılıcından!

Kimisi aşkını gençlikte
öldürür,
Yaşını başını almışken kimi;
Biri Şehvet'in elleriyle
boğazlar,
Birinin altındır elleri,
Yumuşak kalpli bıçak kullanır
Çünkü ceset soğur hemen.

Kimi pek az sever, kimi derinden,
Biri müşteridir, diğeri satıcı;
Kimi vardır, gözyaşlarıyla bitirir işi,
Kiminden ne bir ah, ne bir figan:
Çünkü her insan öldürür
sevdiğini,
Gene de ölmez insan.

Her İnsan Öldürür Sevdiğini, Oscar Wilde (Şiir - Kısmi)
Kaynak: Çev: meltem ahıska, defter, 14, eXpress, 77

10 Haziran 2008 Salı

Pop veya değil ama melankolik: Vanilla Swingers..


Tesadüfen keşfettim onları. Sonra yılda sadece 2 kere çıkan bayıldığım dergi Amelia's Magazine'in sitesinde gene çıktılar karşıma. 27 Mayıs'da 12 Bar Club'da konser veren Vanilla Swingers ile ilgili yazıyı aynen buraya aktarıyorum:

Something special was in the air, turning off from the hustle of Charing Cross Road into the hallowed musical environs of Denmark Street. At the far end, in a venue where using the term “intimate” to describe the atmosphere would seem an understatement of the highest order, we were about to witness the debut gig of Vanilla Swingers. Comprising a core of vocalist Anne Gilpin and co-vocalist/guitarist Miles Jackson, but tonight with additional musicians, they were showcasing tracks from their forthcoming, self-titled, debut album.
Squeezing on to the tiny 12 Bar Club stage, there was a distinct hint of nervousness, perhaps not helped by an early technical hitch with one of the guitars, but things soon settled down, and Jackson managed to joke that if anyone wanted to only hear three chords, the Dirty Pretty Things were playing down the road in the Astoria!
The album recounts a love affair spanning thirty years, from being found and then lost in 1985, only to be eventually rediscovered in a dystopian 2015, a world informed by the philosopher John Gray’s some-would-say nihilistic tome, Straw Dogs. Musically, the songs employ soft vocal interplay between Gilpin and Jackson (whose delivery reminds me of the Beloved’s Jon Marsh), romanticism couched in knowing lyrics, set against a background of retro synth strings and beats reminiscent of late 80’s Pet Shop Boys, with some guitar that brings to mind Barney Sumner around the time of Low Life and Brotherhood. Never a bad thing in my book!
There is already a bit of a buzz about the band, and given the appreciation of the audience tonight at the end of a captivating set, that is surely to grow.